Westdeutscher RundfunkLaden im Store
Devlet, 40 yıldır sürdürdüğü, iflas etmiş bir güvenlik siyasetinde direnmeye karar verdi bugün... Belki Erdoğan’ın kişisel kininden, belki Bahçeli’nin şantajından, belki güvenlik bürokrasisinin her tür diyaloga kapı tıkayarak kendi pozisyonunu garantiye alma politikasından… Devletin birlik ve bütünlüğünü koruma bahanesiyle halkın barış içinde birarada yaşama umudunu bitirdiler.
Sonunda sevgili dostumuz Celal Başlangıç da sürgünde, ülkeye döneceği günü bekleyerek, o günü göremeden gitti.Tıpkı “ölürsem, o günden önce yani…” şiiriyle vasiyet bırakan Nazım Hikmet gibi… Tıpkı “Ölürsem istediğim tek şey var; bu ülkeyi sevmedi demesinler. Ben Edirne’den Ardahan’a kadar bu ülkeyi çok sevdim” diyerek giden Ahmet Kaya gibi… Tıpkı son röportajında, “Burada özgürüm, ama sanatımın hamuru olan vatanımın, halkımın birikmiş deneyimine uzağım. Bu, benim gibilerin trajedisi” diyen Yılmaz Güney gibi.
Erdoğan-Özgür Özel görüşmesinden kalıcı bir sonuç çıkar mı, emin değilim; ama önemli olan Erdoğan’ın sekiz yıl sonra muhalefetle görüşmek zorunda kalması… Ülkeyi tek adam rejimine sürükleyen Cumhurbaşkanı’nın birden tarz değiştirmesi, elbette seçim yenilgisinin dayattığı bir sonuç… CHP lideriyle Saray’da değil AKP’de görüşmeyi kabul etmesi, iadeyi ziyaret planlaması, muhalefetle bu görüşmeleri sürdüreceğini duyurması, hep bu sıkışmışlığın yansımaları.
Şurası bir gerçek ki, dönerde simgelenen bir Türkiye var ve Almanya, büyük oranda bu Türkiye’yi görüyor. Bu bir illüzyon değil, utanılacak bir şey de değil; ancak hiçbir devlet yetkilisinin İtalyanlara sempatik görünmek için İtalya ziyaretine yanında bir pizza ustası götürmediğini, pizza fırınında hamur açmadığını da biliyoruz. Burada işin içine bir sosyokültürel boyut katılıyor. Türk mutfağı dönerden ibaret olmadığı gibi, Türkiye’nin kültür ve siyaset panoraması da görünenden daha zengin ve çeşitli.
Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier’in pazartesi günü başlayacak Türkiye gezisi önemli…Türkiye’de ilk görüşeceği lider, Erdoğan’ın gelecek seçimdeki rakibi olarak görülen Ekrem İmamoğlu olacak. Görüştüğüm Alman yetkililer, bu programlamanın bile kendi başına önemli bir mesaj olduğunu söylüyor. Erdoğan’ın hiç hoşuna gitmeyecek bir fotoğraf olacak bu.
Türkiye’de gerçeğin peşine düştüğü için hedef haline gelen Metin Cihan, birkaç yıl önce Berlin’e yerleşti ve çoğumuz gibi mesleği kendi başına, evinden sürdürmeye başladı. Kasım’da, Türk hükümeti, İsrail’e ateş püskürürken Metin Cihan, Türkiye’den İsrail’e ticaretin eskisi gibi devam ettiğini belgeledi. Hem de sızdırılmış bilgilerden değil, açık, resmi kaynaklardan… Giden gemiler, taşıdığı yükler, hepsi apaçık ortadaydı.
„Erdoğan’ın sayıları daha da artan küskünleri kazanmak için bu kez daha da büyük bir oyun kurması gerekecek. Kasa boşaldığı için elinde fazla koz yok. Ama seçim gecesi konuşmasında bazı işaretler var“
Erdoğan “son seçimim” açıklamasını, oğlu Bilal Erdoğan’ın TÜGVA vakfında yaptı. Gözlemcilerin çoğu, Erdoğan’ın şu ya da bu nedenle ayrılmak zorunda kalması halinde iktidarı aileden birinin, mesela bir oğul ya da damadın devralacağına inanıyor. Böylece hanedan rejiminin aksamadan süreceği ümit ediliyor.
Sınıfta Kâbe maketi kurulup hac ibadeti ve şeytan taşlama öğretiliyor, çocukların ellerine bıçak verilip kurban kesme talimi yaptırılıyor, maket mezarlar kurulup ağıt yakma dersi veriliyor, öğrenciler camilere, mezarlıklara götürülüp temizlik yaptırılıyor.Adını doğru koyalım: Bu, bir “dindar nesil yetiştirme” projesidir.
Ukrayna’nın başına gelenin kendilerinin de başına gelebileceği korkusu, Avrupalıları daha çok silahlanma ihtiyacına ikna etmekte kullanılacak. Sosyal harcamalar kısılacak, silah endüstrisi büyüyecek, gergin bir kutuplaşma dönemine girilecek. Şimdiden 15 büyük silah şirketinin Avrupa’dan aldığı siparişler sekiz yılda iki kat artmış durumda.
Londra’da Assange’ın tutulduğu Belmash Cezaevi’ne eşi Stella ile birlikte gittim. Kaldığı hücrenin bir replikasını da ziyaret ettim. Oradan sağ çıkabilmesi zor. Nitekim çıkışta eşi, iyi durumda olmadığını söyledi. ABD’ye iade edilirse, hapiste ölümü beklemek yerine canına kıyacağını da daha önce açıklamıştı. İngiliz mahkemesi, yakında kararını açıklayacak. Ve verilecek karar, sadece Assange’ın iade edilip edilmeyeceğini değil, gazeteciliğin sınırlarını da belirleyecek.
Aşırı sağa karşı haftalardır süren protesto gösterileri, Almanya’nın direncini ortaya koyması açısından çok kıymetli. AfD’nin asıl hedefinde olan Türkiyeli göçmenlerin gösterilere katılımının düşük olması ise düşündürücü…
Koyduğu adayın pek önemi yok; herkes biliyor ki, önümüzdeki seçimde İstanbul’da İmamoğlu’na karşı aslen Erdoğan yarışacak ve kazananın, önümüzdeki başkanlık seçiminde şansı artacak. O yüzden bu seçime, 2028’in provası gözüyle bakılıyor.
Ankaragücü Başkanı Faruk Koca’nın hakem Umut Meler’i yumruklaması giderek yaygınlaşan linç kültürünün son ve en kaba örneklerinden biri … Türkiye’yi biraz tanıyan herkes iyi biliyor ki, Erdoğan’ın evsahipliğini yapmış, AKP’li saldırgan uzun süre hapiste kalmayacak, göstermelik bir süre içerde dinlenip salıverilecektir.
Muhalefet, son cumhurbaşkanlığı seçimi yenilgisinden sonra yerel seçimlere ittifaksız giriyor. İYİ Parti, CHP’nin işbirliği önerisini reddetti. Neden? Görünen neden şu: İYİ Parti, ittifak içinde, CHP’ye endekslendiğini, kimliğini yitirdiğini, tabanını kaybettiğini, giderek eridiğini düşünüyor. Kimilerine göreyse, bir parti toplantısından sızan sözleriyle Meral Akşener, “devlete karşı son görevini yapıyor.”
Şimdi İsrail-Filistin savaşında aynı filmi izliyoruz: Erdoğan her konuşmasında İsrail’in bir “terör devleti” olduğunu, Gazze’de insanlık suçu işlediğini vurguluyor. O halde kes ticareti, ilişkiyi değil mi? Yok. Tribünlere bunu söylerken iktidarı döneminde Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacmini yıldan yıla büyüterek altı kat artırdı.
Özgür Özel’in opera sanatçısı Pervin Çakar’ın konserine gitmesi, spekülasyonlara yol açtı. Genelde siyasetçileri, özelde CHP liderlerini operada görmeye alışkın değiliz. Üstelik Pervin Çakar, Kürt kültürünü savunan sert çıkışlarıyla tanınıyordu. CHP’nin yeni liderinin konserden sonra sanatçının önünde eğilip elini öpmesi de, maço eğilimli milliyetçileri pek rahatsız etti.
Alman Şansölye Scholz, Erdoğan’ın İsrail’i faşizmle suçlayan sözlerini “absürt” olarak niteledi. Üstelik bunu, Erdoğan’ın ziyaretine üç gün kala yaptı. Şimdi soru şu: Scholz, bu sözü Cuma günü, gazetecilerin önünde Erdoğan’ın yüzüne söyleyebilecek mi?
Özgür Özel’in, parti çizgisinde radikal bir değişiklik yapmaktan ziyade, yeni bir rüzgâr getirmesi, tabanda bir heyecan yaratması bekleniyor. O heyecanla partinin üzerindeki ölü toprağını dağıtabilir ve yerel seçimi kazanabilirse, yeni açılımlara, yeni ittifaklara cesaret edebilir; Erdoğan’ın karşısına bir alternatif koyabilir.
Berlin’in işi zor: Hamas’ı destekleyen mitingleri yasaklayıp Filistin’i her savunanı “Antisemit” olmakla suçlarken, Hamas’a açıkça destek verip İsrail’i “savaş suçlusu” ilan eden Erdoğan’a kırmızı halı sermeyi, kamuoyuna ve dünyaya açıklamaları zor olacak. Son anda iptal olmazsa Erdoğan’ı hayli zorlu bir Almanya ziyareti bekliyor.
Cumhuriyet 100. yaşını kutluyor, ama Türkiye’de beklenen coşku havası yok. Adeta cumhuriyetin yaşgününü kutlamıyor, yatağının başında oturmuş, günden güne eriyip gitmesine kederleniyoruz... Hayalini kurduğumuz 100. yıl kutlaması bu değildi. Çoğumuz, başta vaat edildiği gibi, eşit yurttaşlığa dayalı, laik, özgür, demokratik bir Cumhuriyet düşlüyorduk. 100 yıl önce cumhuriyetin ilanı, elbette önemli bir ileri adımdı; ama zamanla yetmez oldu.
Sevdiğim bir metaforla anlatmak gerekirse üç tür yayıncılık gördük: “Yağmur yağıyor” diyenler, “Yağmur yağmıyor” diyenler ve eleştiri alma korkusuyla iki tarafın açıklamasını alt alta yazıp “Kimine göre yağmur yağıyor, kimine göre yağmıyor” demeyi yayıncılık zannedenler… Oysa hepimiz iyi biliyoruz ki gazetecinin yapması gereken, bir zahmet kafasını pencereden çıkarıp yağmurun yağıp yağmadığını görmek ve kamuoyuyla paylaşmaktır.
İlkelerinden çokça taviz vermiş, ideolojik tutarlılığını yitirmiş, iç kavgalarda erimiş bir parti görüntüsü veriyor CHP. Ama büyük resme bakıldığında, CHP’yi aşan bir siyasi depremden, sosyal demokrasinin küresel krizinden sözetmek gerekir.
Türkiye Gazeteciler Sendikası’na göre halen hapiste 21 medya çalışanı var. Bu rakam, 10 yıl önce 72 idi. Rakamdaki azalmanın nedeni, hükümetin ipleri gevşetmesi değil, medyanın çok daha ağır bir otosansür uygulaması… İnsanlar gibi özgür habercilik de ülkeyi terk ediyor. Türkiye’de gazetecilik can çekişiyor.
Sadece Türk Hükümeti değil, Avrupa başkentleri de Türkiye yurttaşlarına yalan söylemiş. Geçen sürede Türkiye milyonlarca mültecinin yükünü sırtladı ama Türkiyeliler, Avrupa'da serbest dolaşım şöyle dursun, Avrupa'ya vize bile alamaz oldu. AB üyeliği ise - yine Wilders'in söylediği gibi - asla gerçekleşmeyecek bir hayal oldu.
Sezgin Tanrıkulu, 30 yıldır aynı noktada duruyor; askeri çözüme karşı barışı, insan haklarını, demokrasiyi savunuyor. Geçen 30 yılda değişen, Erdoğan ve kontrolünü eline geçirdiği Türk Silahlı Kuvvetleri… Yarın komutanlar, Erdoğan’a müdahale ederse ya da Erdoğan, komutanları haksız yere hapsederse, onları savunan yine Sezgin Tanrıkulu olacaktır.
Ebrar Karakurt, hem vurduğu smaçlarla, hem attığı tweetlerle karşısındaki homofobik ittifakı gerilettiği gibi, toplumsal bir desteğe de kavuştu.Sonunda milli voleybol takımının Avrupa Kupası’nı kaldırması ve Ebrar’ın gözyaşları içinde İstiklal Marşı okumasıyla, rejimin LGBT’den düşman yaratma kampanyası suya düşmüş oldu.
Türkiye’de seçim kargaşasında unutulan bir tuzak, şimdi yeniden kuruluyor. Önümüzde yerel seçimler var. İktidar, gözünü kaybettiği büyük kentlere dikmiş durumda… Ama ülkede açlık, yoksulluk, işsizlik kol gezerken seçim kazanmak zor. O halde ne yapmalı? CHP’nin altın tepside sunduğu başörtüsü fırsatından yararlanmalı… Şimdi AKP, anayasa değişikliği teklifini yerel seçimden önce Meclis’e getirmeye hazırlanıyor.
CHP’nin, sağda orijinali varken kimsenin kopyasına oy vermeyeceğini görüp bir sol açılım yapması zorunluluğu ortada… Yeniden yoksullukla mücadele, sosyal adaletin yeniden kurulması, baskı rejiminin yerine eşit yurttaşlığa dayalı, özgürlükçü bir demokrasinin inşası, kutuplaşmanın yerine uzlaşmanın konulması gibi konuları gündemine alması ve önce kendi tabanını, sonra toplumu inandırıp örgütlemesi gerekiyor.
Senaryo hiç değişmiyor: Önce trol ordusu harekete geçiyor. Sonra siyasi figürler devreye giriyor. Polis evi ya da ofisi basıyor. Laf olsun diye alınan ifadeden sonra savcı tutuklama istiyor. Hâkim de talimat doğrultusunda imzayı basıyor. Böylece bir gazeteci cezalandırılırken diğerlerine “susmazsanız sonunuz bu” mesajı verilmiş oluyor.
“Muğla’nın asırlık Akbelen ormanı, kömür sahasını genişletmek uğruna yok ediliyor.Önemli bir şey gördük: Kendiliğinden harekete geçen toplumsal dinamiğin, daralan legal siyasal alanın sınırlarını aştığını… Tıpkı Gezi’de olduğu gibi, iş başa düşünce, kesilecek bir ağacın çevresinde hızla biraraya gelebildiğini; birlikte direnebildiğini… Akbelen, kurtarılamadı belki, ama bence Gezi kadar önemli izler bırakacak.”
Türkiye öyle bir açık hava cezaevine dönüştü ki, kaçmak isteyen çıkamıyor, dönmek isteyen giremiyor.Tam bu aşamada, Almanya başta, Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye vatandaşlarının vize başvurularına cevap vermemeye ya da reddetmeye başladı.
Avrupa Parlamentosu, seçim sonrası Türkiye raporunu yayınladı. Parlamento’ya göre son seçimlerle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinin temeli zayıflamış. Yargının bağımsızlığının eksikliği, AİHM kararlarına uyulmaması, temel özgürlüklerin kısıtlanması ve muhaliflere saldırılardan endişe duyuluyormuş. Erdoğan yargıyı ele geçirdiğinde alkışlayan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanımadığını söylediğinde yaptırım uygulayamayan Avrupa’nın bugün endişelenmeye hakkı var mı?
Bu seçimde Şansölye Scholz’un tebrik telefonundan sonra yapılan açıklamada ne modernleşme vurgusu var, ne de demokrasi, hukuk ya da çoğulculuk çağrısı… Sadece NATO müttefikliği, hükümetler arası işbirliği, Berlin daveti… Erdoğan ülkesinde demokrasiyi, hukuku yok etmiş, parti devletini ilan etmiş, ama bunlar söz etmeye değmeyecek mevzular… Ya Türkiye’den ümit tamamen kesildiği için veya çıkarlar, ilkelerin önüne geçtiği için… Oysa o ülke halkının yarısı, “Batılı” sanılan o değerleri savunmak uğruna, yıllardır canı pahasına mücadele veriyor.
1979 yılından beri Türkiye’de ve dünyanın değişik yerlerinde seçim izliyorum. Hayatımda bu kadar rezil bir kampanya görmedim, bu kadar çok yalanı, bu kadar kısa dönemde işitmedim, kendi halkının yarısına alenen hakaret eden bir aday tanımadım. Montajlanmış bir videonun, seçim kazanmak için bizzat Cumhurbaşkanı tarafından halkın huzuruna getirilip sahtekârlık yapıldığına şahit olmadım.
Gökay Akbulut’u gözaltına alanlar, bir Alman milletvekilini, herhangi bir HDP’li vekili tutukladıkları gibi tutuklayamayacaklarını, bunun bir diplomatik krize yol açacağını bilmiyor mu? Biliyor elbet… Üstlerine danışıyorlar, kararı onlar, bilerek veriyor. Neden peki?
Yedi yıl önce Erdoğan, kendi hayatını filme çekenlerin senaryosunu beğenmeyince senaristi tutuklatmıştı. Osman Kavala’nın böyle bir şansı yok. Düşünün, haksız yere tutsak alınmışsınız, hücrenizdeki küçük ekranda, devlet senaristlerince bir kez daha yargılanışınızı izliyorsunuz.